28 Kas 2008

Türkiye'nin Kısa Film Oscarları

Ah her ödüle bilmemne'nin Oscar'ı demesek ölürüz. Şimdi bana bakan mailın başlığı Türkiye'nin Kısa Film Oscar'ıydı, keza Altın Portakal da Türkiye'nin aleni Oscar'ı... Sıkılıyoruz bu basın bülteni klişelerinden ama basının da yaratıcılık açısından pek de farkı yok. Aslına bakarsanız, kaçışı da yok. Ödülün gelmesinden 10 dakika sonra yazı işlerine gidecekse el mahkum, parmakları esir yapıştırıyoruz: "NBC Asya'nın Oscar'ını aldı" diye... Sorgulayacak vakit olmuyor, Asya'nın Oscar'ı, Altın Aslanı mı, Gümüş İstiridyesi mi? Klişelere teslim olan PR ve muhabir milleti değil elbet. Empire'da set izlenimi çevirdiğim günlerde, sık sık oyuncu ve yönetmen klişelerine denk gelirdim, hatta klişe olmayan bir demeç bulunca sevinirdim. Üşenmeyip not almışım, buyrun buradan yakın. Tanrım, beynimi klişelerden koru!
Yönetmenlere önden geçsin:
Bir çizgi roman uyarlaması çekenler: "Çocukluğumdan beri Örümcek Adam, Batman, Mr. Amerika, Demir Adam'ın (artık çekilen her neyse) büyük bir hayranıydım."

Gulyabaniler Cenneti

Her zaman bir kenarda sevilen bir polisiye dizisi olması taraftarıyım. Acil durumlar için... Televizyonun bir kapatılıp bir açıldığı; filmlerin ilk 10 dakikasında sıktığı; Internet'e bakmanın iç sıkıntısını sadece daha da tetiklediği ve yeni bir romanın sarmasına imkan verecek kadar sabrın olmadığı anlar için... O zamanlar huyu suyu belli, hatta birlikte geçirilen zaman itibariyle doğal olarak tanıdık dediğimiz çoğu insandan daha iyi tanıdığınız bir dedektif, zor saatlerin geçmesini sağlayabiliyor, inan sevgili Haşmetmeap.
Daniel Pennac'ın polisiye üçlemesiyle de, böyle bir anda, birinin tavsiyesi hatta bana Gulyabaniler Cenneti'ni sessizce teslim etmesi sonucunda (hem de Peyote'de bira içerken) tanışmıştım. Bakalım Pennac'ın Benjamin Malaussene'i zor anlarımda aradığım karakter olabilecek mi diye, ona bir şans vermiştim.
Ama Malaussene'in işi hiç de kolay değildi. 8 kitaptır takip ettiğim Kurt Wallender'a çok bağlanmıştım. Onu İsveç'te yaşayan bir abim gibi seviyordum. Benim kadar fazla kahve tüketmesi, atıştırdığı sandviçleri, havayı kestiremeyip hep gerekenden ince giyinmesi, ihmal ettikleri yüzünden insan ilişkilerinin tepe taklak gitmesi, tamirini ihmal ettiği Peugeut'su, babası, kızı, uzaktaki sevgilisi; içime işlemişti. Bir gömlek görünce, içimden Kurt'e doğumgününde alayım diye geçiriyordum. Bir işin içinden çıkamayınca, konuya onun gibi yaklaşmayı deniyordum. Eğer bir sorunu varken ayrılmışsam romandan, yolda yürürken ne olacak bu işin sonu diye ciddi ciddi hayıflanıyordum. Neyse abartmayayım, bana onu kimse unutturamazmış gibi geliyordu. Ama değil unutturmak ne kelime! Büyük Türk düşünürü Kenan Doğulu'nun dediği gibi Malaussene'e yaptığım bu ziyaret amacını aştı ve Malaussene sadece bir kötü gün dostu, bir sıkıntı anı yastığı olarak değil, kelimenin tam manasıyla kalbimi fethetti.
Uzun uzun bu üçlemenin güzelliğine methiyeler düzecek değilim. Sadece Malaussene'in yaptığı işten bahsedeceğim. Günah keçiliği...
Mesela ilk kitapta, büyük bir mağazanın, Boyner modeli, teknik sorumlusu gibi davranıyordu. Ürünleri bozuk çıkanlar, şikayete geldiklerinde, müdürü Benjamin'i çağırıyor, ona bağırıyor. O da, kah ağlayarak, kah kafasını öne eğerek müdürün azarının nesnesi oluyordu. Birinin gözünün önünde bu kadar aşağılanmasına dayanamayan müşteri, bir süre sonra şikayetini geri alıyordu. Üçlemenin ikinci ve üçüncü halkasında da, Benjamin, bir yayınevinin yayın direktörü gibi davranıyor. Romanlarının basımı reddedilen taze yazarlar veya baskısı geciken ünlü yazarlar, hırslarını ondan çıkarıyor. Duygusal açıdan sömürücü bir görev değil mi? Kolonistleri bile solda sıfır bırakır. Hiç hak etmediğiniz azarları yemek, modern zaman İsa'sı gibi tüm günahları üstlenmek ve bunların bedellerini ödemek. İş olarak üstlenmesek de, zaman zaman hissedilen bir şeyin, "bunun sorumlusu ben değilim, bunlar neden hep benim başıma geliyor?"u içselleştirip, bedelleriyle yüzleşmek... Bununla nasıl başa çıktığını, üçüncü kitapta patronu ona açıklıyor:
"Ender rastlanan bir kusurunuz var Malaussene; merhamet duyuyorsunuz," sözleriyle. Zaman zaman kendisini Malaussene gibi hisseden herkese teselli niteliğinde bir üçleme, son romandayım ama bitmesin diye korkumdan gıdım gıdım okuyorum.

24 Kas 2008

Burçin'in objektifinden çıkmış bir Kars karesi... Ani harabelerine yaptığımız gezide Türkiye-Ermenistan sınırındaki vadinin tepesinde çekilmiş. Bu turistik fotoğrafın diğerlerinin arasında bir adım öne çıkmasının nedeni, Sanem'le gtalk ortamlarında, bizi eğlendirmiş olması. Sanem'in deyiminde yan taraftan vadiye kusuyormuş gibi görünen insana aldırmadan, bizi bir albüm kapak çekimindeymişiz gibi poz vermeye iten kudret nedir! Bu kudreti, Kars'ın çolak topraklarından, Yüzüklerin Efendisi'ni andıran mecralardan, günlük basının stresinin içerisinden mi bulmuşuz?

soundtrack to book

Ellerde, çanta köşelerinde kıvrılıp bükülen; serviste okunan ve çoğu zaman bir arkadaşı bekleyip, arada telefonu kontrol ederken biten kitaplara çok acıyorum. Nitekim bunları sonra pek de hatırlamam zaten. Ama hak ettikleri gibi evde uzun ve iç karartıcı Pazar günlerinde, cumartesi dışarı çıkmadan önce bir tek onlara ayrılan zamanda okunan, köşeleri eğilip bükülmeyen kitapların bazılarında yaşanan bir olay var. En son biraz sıkılarak okuduğum Masumiyet Müzesi'ne de oldu nitekim. O da, tesadüfen dinlenen, o anda dinlenen bir albümün kitabın ruh haline cuk oturması, soundtrack'e dönüşmesi ve o romanla anılmaya devam etmesi... İşte hatırladıklarım:
Lisede Emile Zola'nın Hayvanlı bir adı olan bir melodramatik romanını okuyordum. O zamanlarda yeni yeni çıkan korsan CD stantlarından alınmış (hatta Kadıköy'de Güğüm'ün karşısındakiydi), Depeche Mode Ultra'yı dinliyordum. Romanı net hatırlıyorum. İyi niyetli, safcana bir ana karakteri vardı. Besleme gibiydi. Herkes bu kızcağaza kötülük ediyor, kullanıp atıyordu, bu zavallım da sesini soluğunu çıkarmıyordu (net hatırladığım söylemi inandırıcılıktan uzaklaştı farkındayım). "Kapın mendilleri haydi" formatında olan ve 1900'lerde geçen öyküye Ultra'nın neden uyduğu konusunda hiç bir fikrim yok ama üzerinden geçen 10 yılda unutmadığıma ve Ultra'dan herhangi bir şarkıyı duyduğumda kızcağızı ve romanın yarattığı çaresizlik hissini hatırladığıma göre bir hikmeti varmış. Hatta Ultra olmasa, romanı bir daha hatırlamazdım.
Henning Mankell ve Kurt Wallander. Freelance çalıştığım ve kös kös evde oturduğum iki yıl önceki yazdan, tek hatırladığım Mankell'in dedektifi... Vantilatör eşliğinde, İsveç'te geçen, yağmur çamur ve kar içinde geçen ve herhalde gecici bir ferahlık sağlayan polisiyeleri okurken, seriyi oluşturan romanlar boyunca tek bir albüme takmıştım. The Organ'ın albümü... No one ever looked so dead, öykülere uyuyordu, zira her dakika birileri telef oluyordu olmasına ama kafamda birleşen bu ikiliyi bununla açıklamak mümkün değil.
Altı yıl önce, İTÜ'den atılmak üzere olduğum ama şartlar nedeniyle bunun hiç umrumda olmadığı dönem. O yılların, ender huzurlu anlarından birinde, Sabahattin Ali'den İçimizdeki Şeytan'ı okuyordum. Karenin dışında kendi fotoğrafımı çekmişim gibi nasıl oturduğumu, gelen ışığı, masanın üzerindekileri bile çok net hatırlıyorum. Roman da hiç huzurlu değildir, hatta ciddi ciddi asap bozucudur ama herhalde o sıradaki sorunlarla örtüşmediği için bana öyle gelmemiş (bu yaz dönüp baktığımda çok sinir bozucu geldi ama. Eşlik eden müzik, hem de plaktan gelen Belle and Sebastian, Fold Your Hands Child...'dı. O dönem Sumru'yla bir Elektrik Mühendisliği, deney kitabı çevirisi almıştık. Elimize bana şimdi çok ciddi bir miktarmış gibi gelen bir para geçmişti (Sözüm Sumru'ya: Sumru bu satırları okuyorsan, konforme edersin, o zamanlar için mi iyi paraydı acaba?). Ocağın ortasında bir gün almıştık bir kısmını paranın hatta, Karaköy yakınlarında bir ofisten. O parayla Zihni'den romanı okuduğum gün almıştım plağı (Kayıp eşyalar listesinde kendisi). Roman değil, albüm yüzünden huzurlu bir andı sanırım. Hatta romandaki Macide'yle albümün kapağındaki aynaya bakan kadının yüzleri aynı kafamda. Bu yaz romanı tekrar okurken de, albümdeki yüz geldi aklıma ama albümü dinlemedim.
Masumiyet Müzesi ve Cocteau Twins. Tamamen erkek bakış açısıyla yazılan bir romana neden bunu uygun gördüm bilmiyorum. Bunu değerlendirmek için zamana ihtiyacım var. Umarım romanın sonlarındaki sıkıntım, soundtrack olan albüme duyduğum sevgiyi boğmaz.

14 Kas 2008

Bono is the PR of Bono

İş yerinde her gün bin kez çalan telefondan PR firmaları ile ilgili yoğun ve hiç istemediğim bir miktarda bilgiye sahip oldum. Tüm PR camiasının bana verdiği yoğun bir sıkıntı bulutu var ve bunun yarattığı karanlık his sabit ama tekil anektodları yazmazsam unutmaktan korkuyorum...
1) Cumartesi günü ofiste yalnız nöbet anları. Telefon çalar. PR'cı Kültür Sanat'tan birisiyle görüşmek istiyordur. Bugün gelmeyeceğini söylerim. "Peki Nil Hanım, telefon konferansıyla bağlama şansınız var mı?" diye sorar.
Gazeteyi, son model bir uzay gemisi filan gibi hayal ediyor sanırım. Hayır yok dedim ama medyanın teknolojisinin telefon konferansına bağlanma gibi bir noktada olduğuna inanan birinin hayallerini yıkmamak için sonuna bir kahkaha eklemedim. Ses tonum sanki "şu an uydudaki bir sorun yüzünden bağlayamıyorum ama en yakında bunu da çözeceğiz," der gibi kendinden emindi.
2) Şu şimdilik favorim. Yorumları sonuna ekliyor, mail'da tek bir kelime bile değiştirmiyorum.
"Nil hanım merhaba;

Öncelikle Milliyet Sanat derginizi severek takip ediyoruz. Başarılarınızdan dolayı sizi kutlarım.
Oyuncularımızdan Onur Saylak son olarak yönetmenliğini Özcan Alper'in yapmış olduğu "Sonbahar" sinema filminde başrolde yer almıştır. Sonbahar filmi Adana Altın Koza'da En İyi Film ödülü ve Antalya Altın Portakal'da da NETPAC Ödülü aldı.. Birçok yurtdışı festivallere katılmaktadır.. Film 15 Aralık tarihinde vizyona girecektir. Onur aynı zamanda Asi dizisinde Ziya karakterinde rol almaya devam etmektedir. Ekte fotoğraflarını bulabilirsiniz..

Eğer sizde uygun bulursanız kendisi ile sizi tanıştırmak isterim.."
Röportaj talebinde bulunmaktan ziyade aramızı yapmaya çalışıyor galiba.