28 Kas 2008

Gulyabaniler Cenneti

Her zaman bir kenarda sevilen bir polisiye dizisi olması taraftarıyım. Acil durumlar için... Televizyonun bir kapatılıp bir açıldığı; filmlerin ilk 10 dakikasında sıktığı; Internet'e bakmanın iç sıkıntısını sadece daha da tetiklediği ve yeni bir romanın sarmasına imkan verecek kadar sabrın olmadığı anlar için... O zamanlar huyu suyu belli, hatta birlikte geçirilen zaman itibariyle doğal olarak tanıdık dediğimiz çoğu insandan daha iyi tanıdığınız bir dedektif, zor saatlerin geçmesini sağlayabiliyor, inan sevgili Haşmetmeap.
Daniel Pennac'ın polisiye üçlemesiyle de, böyle bir anda, birinin tavsiyesi hatta bana Gulyabaniler Cenneti'ni sessizce teslim etmesi sonucunda (hem de Peyote'de bira içerken) tanışmıştım. Bakalım Pennac'ın Benjamin Malaussene'i zor anlarımda aradığım karakter olabilecek mi diye, ona bir şans vermiştim.
Ama Malaussene'in işi hiç de kolay değildi. 8 kitaptır takip ettiğim Kurt Wallender'a çok bağlanmıştım. Onu İsveç'te yaşayan bir abim gibi seviyordum. Benim kadar fazla kahve tüketmesi, atıştırdığı sandviçleri, havayı kestiremeyip hep gerekenden ince giyinmesi, ihmal ettikleri yüzünden insan ilişkilerinin tepe taklak gitmesi, tamirini ihmal ettiği Peugeut'su, babası, kızı, uzaktaki sevgilisi; içime işlemişti. Bir gömlek görünce, içimden Kurt'e doğumgününde alayım diye geçiriyordum. Bir işin içinden çıkamayınca, konuya onun gibi yaklaşmayı deniyordum. Eğer bir sorunu varken ayrılmışsam romandan, yolda yürürken ne olacak bu işin sonu diye ciddi ciddi hayıflanıyordum. Neyse abartmayayım, bana onu kimse unutturamazmış gibi geliyordu. Ama değil unutturmak ne kelime! Büyük Türk düşünürü Kenan Doğulu'nun dediği gibi Malaussene'e yaptığım bu ziyaret amacını aştı ve Malaussene sadece bir kötü gün dostu, bir sıkıntı anı yastığı olarak değil, kelimenin tam manasıyla kalbimi fethetti.
Uzun uzun bu üçlemenin güzelliğine methiyeler düzecek değilim. Sadece Malaussene'in yaptığı işten bahsedeceğim. Günah keçiliği...
Mesela ilk kitapta, büyük bir mağazanın, Boyner modeli, teknik sorumlusu gibi davranıyordu. Ürünleri bozuk çıkanlar, şikayete geldiklerinde, müdürü Benjamin'i çağırıyor, ona bağırıyor. O da, kah ağlayarak, kah kafasını öne eğerek müdürün azarının nesnesi oluyordu. Birinin gözünün önünde bu kadar aşağılanmasına dayanamayan müşteri, bir süre sonra şikayetini geri alıyordu. Üçlemenin ikinci ve üçüncü halkasında da, Benjamin, bir yayınevinin yayın direktörü gibi davranıyor. Romanlarının basımı reddedilen taze yazarlar veya baskısı geciken ünlü yazarlar, hırslarını ondan çıkarıyor. Duygusal açıdan sömürücü bir görev değil mi? Kolonistleri bile solda sıfır bırakır. Hiç hak etmediğiniz azarları yemek, modern zaman İsa'sı gibi tüm günahları üstlenmek ve bunların bedellerini ödemek. İş olarak üstlenmesek de, zaman zaman hissedilen bir şeyin, "bunun sorumlusu ben değilim, bunlar neden hep benim başıma geliyor?"u içselleştirip, bedelleriyle yüzleşmek... Bununla nasıl başa çıktığını, üçüncü kitapta patronu ona açıklıyor:
"Ender rastlanan bir kusurunuz var Malaussene; merhamet duyuyorsunuz," sözleriyle. Zaman zaman kendisini Malaussene gibi hisseden herkese teselli niteliğinde bir üçleme, son romandayım ama bitmesin diye korkumdan gıdım gıdım okuyorum.

Hiç yorum yok: