19 May 2009

yönetmenlere duyurulur

Acar bir gazeteci olup, dünyanın her yanında en ufak ödül bile olsa birşey kazanan Türk filmlerini veya aramızdan göçüp giden yönetmenleri ışık hızıyla öğrenmek için gazetede haber alarmını kurmuştum. Anlaşmalı tüm ajansları tarayarak bana içerisinde, sinema, film, cinema (ah buradaki uluslararasıcılık) kelimeleri geçen her haberi karşıma getiriyor, bu alarmların en tatlısı...
Bana bugüne kadar mutlulukların en büyüklerini tattıran ve beni muhtemelen sayısız azardan kurtaran bu sistem, çalışmak zorunda olduğum bu gençlik bayramında, beni güldürmeye kurulmuş. Zira karşıma içerisindeki korku filmi gibi sözcükleri yüzünden şunu getirdi. Aylar sonra paylaşmak istedim. Korku filmi çekmeyi düşünen yönetmen adaylarının yüzünü güldürme olasılığı yüksek.

Hastane bahçesini kelebekler bastı
İNÖNÜ Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi otoparkında ortaya çıkan kelebekler korku filmlerini aratmadı.
Turgut Özal Tıp Merkezi bahçesinde bulunan otopark bölümünde gece her tarafın kelebeklerle dolması, görenleri şaşırttı. Otopark kısmında aydınlatma lambalarının etrafında topluca uçuşan ve otombillerin üzerlerini kaplayan kelebeklerin nereden geldiği bilinmezken, ortaya çıkan görüntü korku filmlerini aratmadı.
Durumdan rahatsız olan hasta yakınları yetkililerin biran önce önlem almalarını isteyerek, “Kelebekler yüzünden tedirginiz. Kafeterya bölümünde uçuşuyorlar, oturup bir şey yiyip içemiyoruz” dedi.
Hastane yetkilileri olayın nedenini çözmeye çalışırken, kelebekler bu sabah saatlerinden itibaren kayboldu.

Baharın, yazın gelişinin antitezi olarak da kullanılabilir: Kelebekler yüzünden tedirginiz!

16 Şub 2009

Nasıl Quasimodo olunur?

Sizi bilmem ama ben geçtiğimiz gün tıp dilinde 'near Quasimodo experience' diye tabir edilen şeyi yaşadım. Öncelikle cumartesi günümü mide üşütmesi sonucunda hasta, uyuyarak geçirdiğim için gözlerim çipil çipil ve kapalı; cildim alkolik kırmızısı ve saçlarım darma dumandı.
Akşam, biraz kuvvet gelince evi toplamaya, etrafa yayılmış İKEA kutularını atıp, süpürgeyle montajdan kalan demir tozlarını yok etmeye karar verdim. Planımda başarılıydım da. Ta ki, hırsla süpürge sürerken, ayağımı süpürgeliğe inanılmaz bir hızla çarpıp topallamaya başlayana kadar. Heyhat, pes etmedim. Bazıları selvi boyumu bile aşan İKEA kutularını da atmam lazımdı.
Demin tasvir ettiğim fiziksel görünüşüme, yağmurda özenle ıslanmış saçları, paltomun altından çıkan eşofmanı, boyumu aşan İKEA kutuları ve aksak bacağımı yerleştirin lütfen. Mahalleli bana cidden acıyan gözlerle baktı. Bir de elimi kutunun birinin kenarıyla hafifce kesip, acı bir çığlık da atmayı ihmal etmedim. Mahalleli herhalde Notre Dame'ın Kamburu'na hakim değil. Zira öykünün tamamlanması için birinin bana su uzatması, benim de kendi kendime 'bana su verdi, bana su verdi,' diye fısıldamam kaçınılmazdı.

6 Şub 2009

Merriweather Post Pavilion


Hayatımda sadece taşınma ve işe vakit ayırabildiğim için arkadaşlarım, filmler, romanlar, hatta uyku, yemek gibi temel ihtiyaçlar, bir sis perdesinin arkasına gömüldü. Neredeyse ilkokul ve ortaokul Türkçe derslerinin alameti farikası tül perde benzetmesini kullanabilirim. Demek beyin dediğimiz işini bilen mekanizma, fiziksel ve zihinsel yorgunluk birleşince, geri kalan şeyleri geri plana atıyor (halk arasındaki kafam kaldırmıyor diye geçer, benimki çok daha bilimsel bir deneme olmadı mı?). Dün ne yediğimi unuttum diyebileceğim bu haleti ruhiye içerisinde bir şey, Animal Collective'in Ocak ayında yayınlanan yeni albümü, dikkatimi çekmeyi başardı ya, ne diyebileceğimi bilemiyorum.
Orta okuldan beri her boş vaktimde müzik dinleyen biri olarak palazlanmadan önce (lisede mesela) o sıralar sevdiğim yeni bir albüm veya şarkı varsa, sabah uyanınca aklıma gelirdi ve mutlu hissederdim. Kendimi yataktan dışarı sürüklemek için bir numaralı neden sıfatını alırdı, bu favori şarkı, albüm, grup durumu. Sonra böyle eserlerin sıklığı gitgide azaldı, yeni birşeyler fark etmenin heyecanı da öyle.
Son bir iki yılda da, bende bu tesiri yaratabilen belli başlı bir iki tane yeni keşif olmuştu. Biri, Of Montreal'in son albümü (2007'de sanırım), diğeri ise Haziran'da bana tavsiyeyle gelen Merz...
Eh, üzerinden bayağı bir zaman geçmişken, şahsına münhasır John Waters'ın memleketlisi Animal Collective, 'ah yeni albüm vardı dinlenecek' diye uyanma hissini, uyurgezer halimi bertaraf ederek verdi.
Vaka bu yüzden gazetede devamlı kulaklıkla dolaşıyorum ve bu tepki topluyor ama olsun. Müthiş bir albüm elimizdeki. Kesinlikle ardarda dinlenmesi lazım, bir bütünlük içerisinde şarkılar. Birinin bittiği yerden diğeri başlıyor. Nitekim bana güvenmiyorsanız, müzik eleştirmenlerine güvenin. Albüm işin uzmanları tarafından bayağı bir sevildi.
Ben kişiselime bakarım, bir süre daha ipod'ta şarkı değiştirmek istemeyeceğim, elim o ipod tekerine gitmeyecek gibi gözüküyor.
Bir küçük not: Kasım aylarında dinlemeye başladığım Gang Gang Dance albümünün de hakkını yemek istemem. Çok adil insanımdır. O da beni ihya etmişti. Ancak her zaman dinlenecek gibi değil. Bu ise her yerde, her kahvede, yolda, molalarda, uykulu, uykusuz, ayık, akşamdan kalma, umutlu umutsuz, mutlu mutsuz, her ana uyuyor.

24 Oca 2009

Son bir kaç gün

İhmalimin farkındayım, hatam büyük, boynum bükük (arabesk oldu). Ama son günlerde hem kişisel hem mesleki işler öyle baş döndürücüydü ki, yazacak zaman da düşünecek hal de kalmadı. Anlatsam hak verirsiniz.
Öncelikle kendimi Galatasaray'da şahane bir ev tuttum. Saray yavrusu değil tabii ama benim hayal edebileceğimin en güzeli. Bunun dışında da, beynimin iş dışındaki her minik kıvrımı, limon sıkacağı, rende, dolap gibi irili ufaklı ev malzemelerine ayrılmış durumda. Bu konuda sayfalarca yazabilirim ama eğlenceli bir konu olmadığı için susmayı tercih ediyorum.
Geri kalan bölümünde ise hem derginin yeni sayısı hem Türk yönetmenlerinin festivali, Oscar'ı derken en yoğun iş günlerimi geçirdim. O yüzden bu satırlar boş, tarihler eskide kaldı. Yine başka konularda gözlem yapacak gücüm geldiğinde, geri döneceğim. Belki yarın, belki...

10 Oca 2009

Kent

Bu şiirin varlığını yılın son günlerinde Sanem'in dürtmesi ile keşfettim. Ama yılbaşı ümitleri içerisinde, böyle karanlık bir metni paylaşmaya kıyamamıştım, taslak olarak terk etmiştim. Yani kendimi iyi hissederken, bunu yayınlamak samimi gelmemişti.
Bugün uygun bir ruh halindeyim. Ondan gününü beklemesi iyi olmuş:

Kent
"Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın."

Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent.

Dolaşacaksın aynı sokaklarda.

Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın.

Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.


Konstantin Kavafis

Son dakika sayıklamaları

Bugün aklımda yazacak belirgin birşey yok. Doğaçlama saçmalamak, bir beyin fırtınası estirmek istiyorum bu satırlarda. Nereden başlasam? Çalışan gazeteciler gününü (bir tebrik bile gelmedi, haberiniz yok mu bu mühim günden, öğretmenler gününden ne eksiği var? Fazlası var bana sorarsanız. Ayrıca Recep Tayyip bile kutladı, belki özel olarak beni değil ama tüm basını. Sayılmaz ama arkadaşım değil çünkü), çalışan bir gazeteci olarak geçirdim.
Ama çalışmalarımı, anlık haberler uğruna, gelip geçici heveslerle değil, ileriye yatırımla sınırlı tuttum. Demirkarbuz'un uyarladığı Nahid Sırrı Örik'in "Kıskanmak" adlı romanını, en klişe tabirle bir solukta bitirdim. En iyisi bu mesai gününde edindiğim engin bilgileri sizle de paylaşmak. Zira surat yapmak ve romanı okumak dışında bir aktivitem yoktu. Yani anlatabileceğim birşey olmamış gün zarfında.
Romanın ana karakteri, çirkin bir kadın (romanın yapısı çirkinlik üzerine kurulmuş durumda, kasting sırasında rol tekliflerini nasıl götürdü acaba? Ana karakter çok çirkin bir kadın, sen oynar mısın? denir mi ki. Denir herhalde).
Bu kadın önsözünde, Enis Batur'un belirttiği gibi bir 'yazgıyla oynayan kadın' (femme fatale, bu arada böyle bir Türkçe çevirisi olduğunu bilmiyordum bu Frankofon tamlamanın). Ama güzelliği değil, çirkinliği yüzünden çevresindekileri yakıp yıkıyor. Tam karakteri çözmesek de, yazarımız bizi karanlığın, ihtirasın, kompleksin doğuşu konusunda ve nasıl kinle beslenip, çıkacağı anı beklediğine dair ikna etmeyi başarıyor.
Üstelik karakterin çevresindekileri yıkıma sürüklerken, hem bilincini, hem kurban psikolojisini, hem de bilinçsizliğini koruması; daha doğrusu kurban psikolojisi yüzünden yaptıklarını mübah görmesi ve bunun gözünü kör etmesi, insanın aklını başından alıyor. Zehir gibi bir egoizm ki, bunu bir yerlerden çok net hatırlıyorum. Yazgıyla oynayan kadınımızın, yazgısıyla oynadıkları da, güzelliği yüzünden kıskandığı abisi ve onun genç güzel karısı. Gerçekten 40'lardan çıkan çok garip bir roman Kıskanmak. Dün birisi, yıllarca insanın aklından çıkmadığını, verdiği hissi taze koruduğunu söyledi. Bekleyip göreceğiz. Benim beynimde şimdilik döndüğü bir gerçek. Beş dakika sonrasının sözünü veremem.

8 Oca 2009

yorgunluk

Tatlı yorgunluk denen şeyi pek bilmiyorum, daha doğrusu hatırlamıyorum. Bu ara fazlaca, özellikle de bugün korkunç yorgunluk denen şeyi deneyimliyorum. Tatlısı, üzerine bir Türk kahvesi içelim denilen türden herhalde. Buna dair en belirgin anım da, eskiden Kadıköy Salı pazarını tavaf ettiğimiz günlerde, sonrasında elimiz kolumuz dolu halde yediğimiz Hint çayındaki yemekler filandı. Uykuya dalmak gibi huzurlu, hoş bir yorgunluk çökerdi.
Bu konunun aklıma düştüğü bugün o kadar ama o kadar yorgunum ki, etrafımla ve kendimle ilgili herşey beni rahatsız ediyor. Sabah uyandığımda, kahvenin ilk yudumunda ve günün ilk adımında bile çok yorgundum. Öyle ki, çöküntü kelimesini kullanmak üzereyim. Ojelerimden, saçımdan, pantalonumdan, önümdeki bardaktan, defterimden, toz parçalarından bile rahatsızlık duyuyorum. Neyse bazen olmayınca olmuyor. Tek çözüm eve gidip, uzunca bir uykuya dalmak ve daha iyi uyanmayı ummak sanırım. Böyle günler için insanlara yorgunluk ve bezginlik izni kotası konmalı.