24 Kas 2008

soundtrack to book

Ellerde, çanta köşelerinde kıvrılıp bükülen; serviste okunan ve çoğu zaman bir arkadaşı bekleyip, arada telefonu kontrol ederken biten kitaplara çok acıyorum. Nitekim bunları sonra pek de hatırlamam zaten. Ama hak ettikleri gibi evde uzun ve iç karartıcı Pazar günlerinde, cumartesi dışarı çıkmadan önce bir tek onlara ayrılan zamanda okunan, köşeleri eğilip bükülmeyen kitapların bazılarında yaşanan bir olay var. En son biraz sıkılarak okuduğum Masumiyet Müzesi'ne de oldu nitekim. O da, tesadüfen dinlenen, o anda dinlenen bir albümün kitabın ruh haline cuk oturması, soundtrack'e dönüşmesi ve o romanla anılmaya devam etmesi... İşte hatırladıklarım:
Lisede Emile Zola'nın Hayvanlı bir adı olan bir melodramatik romanını okuyordum. O zamanlarda yeni yeni çıkan korsan CD stantlarından alınmış (hatta Kadıköy'de Güğüm'ün karşısındakiydi), Depeche Mode Ultra'yı dinliyordum. Romanı net hatırlıyorum. İyi niyetli, safcana bir ana karakteri vardı. Besleme gibiydi. Herkes bu kızcağaza kötülük ediyor, kullanıp atıyordu, bu zavallım da sesini soluğunu çıkarmıyordu (net hatırladığım söylemi inandırıcılıktan uzaklaştı farkındayım). "Kapın mendilleri haydi" formatında olan ve 1900'lerde geçen öyküye Ultra'nın neden uyduğu konusunda hiç bir fikrim yok ama üzerinden geçen 10 yılda unutmadığıma ve Ultra'dan herhangi bir şarkıyı duyduğumda kızcağızı ve romanın yarattığı çaresizlik hissini hatırladığıma göre bir hikmeti varmış. Hatta Ultra olmasa, romanı bir daha hatırlamazdım.
Henning Mankell ve Kurt Wallander. Freelance çalıştığım ve kös kös evde oturduğum iki yıl önceki yazdan, tek hatırladığım Mankell'in dedektifi... Vantilatör eşliğinde, İsveç'te geçen, yağmur çamur ve kar içinde geçen ve herhalde gecici bir ferahlık sağlayan polisiyeleri okurken, seriyi oluşturan romanlar boyunca tek bir albüme takmıştım. The Organ'ın albümü... No one ever looked so dead, öykülere uyuyordu, zira her dakika birileri telef oluyordu olmasına ama kafamda birleşen bu ikiliyi bununla açıklamak mümkün değil.
Altı yıl önce, İTÜ'den atılmak üzere olduğum ama şartlar nedeniyle bunun hiç umrumda olmadığı dönem. O yılların, ender huzurlu anlarından birinde, Sabahattin Ali'den İçimizdeki Şeytan'ı okuyordum. Karenin dışında kendi fotoğrafımı çekmişim gibi nasıl oturduğumu, gelen ışığı, masanın üzerindekileri bile çok net hatırlıyorum. Roman da hiç huzurlu değildir, hatta ciddi ciddi asap bozucudur ama herhalde o sıradaki sorunlarla örtüşmediği için bana öyle gelmemiş (bu yaz dönüp baktığımda çok sinir bozucu geldi ama. Eşlik eden müzik, hem de plaktan gelen Belle and Sebastian, Fold Your Hands Child...'dı. O dönem Sumru'yla bir Elektrik Mühendisliği, deney kitabı çevirisi almıştık. Elimize bana şimdi çok ciddi bir miktarmış gibi gelen bir para geçmişti (Sözüm Sumru'ya: Sumru bu satırları okuyorsan, konforme edersin, o zamanlar için mi iyi paraydı acaba?). Ocağın ortasında bir gün almıştık bir kısmını paranın hatta, Karaköy yakınlarında bir ofisten. O parayla Zihni'den romanı okuduğum gün almıştım plağı (Kayıp eşyalar listesinde kendisi). Roman değil, albüm yüzünden huzurlu bir andı sanırım. Hatta romandaki Macide'yle albümün kapağındaki aynaya bakan kadının yüzleri aynı kafamda. Bu yaz romanı tekrar okurken de, albümdeki yüz geldi aklıma ama albümü dinlemedim.
Masumiyet Müzesi ve Cocteau Twins. Tamamen erkek bakış açısıyla yazılan bir romana neden bunu uygun gördüm bilmiyorum. Bunu değerlendirmek için zamana ihtiyacım var. Umarım romanın sonlarındaki sıkıntım, soundtrack olan albüme duyduğum sevgiyi boğmaz.

Hiç yorum yok: