"A life without silence is not worth living." Tam bir Tshirt yazısı gibi gözükebilir. Ama sessizlik üzerine yazılmış bir makalenin son cümlelerinden biri... Geçtiğimiz yıl, minik akademik denememde 'linguistic turn' sonrasındaki okuma listesinde en çok ilgimi çeken de sessizliğe dair bölümler olmuştu.
Artık modernizmin bir çok kavramının Batı metafiziğinin sorgulanması sonucunda çöpe atıldığı şu günlerde (TV sunumu oldu ama neyse sadede geleceğim), konuşmanın "overrated", sessizliğin veya içinde huzuru da barındırdığı için daha çok sevdiğim bir kelime olan sükunetin "underrated" olduğu kabul edilebilir bir argüman. Bu makaleyi yazan arkadaşımız da, anlamın kelimelerin arasındaki duraksamalarda, noktalardaki sessizlikte oluştuğundan dem vuruyordu. Nitekim sanırım iletişim meselesinin, "şimdi herşeyi konuşuyoruz"undan sıtkı sıyrılmış bir iletişimciydi. Ben bunları okuyup sonra da unutmuştum.
Ta ki (zın zın), Kaplanoğlu'nun "Süt"ünü izleyene kadar. Herhalde bir sayfayı geçmeyen bir senaryoya sahip bir filmdi ve yönetmenin sessizliği anlatmadaki çabası, her filmde sessizliğe daha da yaklaşan sineması, ben de garip bir his uyandırmıştı. Filmi izlerken kendi hayatımdaki sessizlikler, söylenmeyenler ve söylenmemesi gerekenlerin ağırlığı altında ezilmiştim. Lütfen, "o kadar uzun planlar çekip, hikaye koymayınca insan ister istemez düşüncelere itiliyor," şeklindeki argümanı savunmayın, vallahi çok bozulurum. Böyle filmlerin varlığını da kabul ediyorum ama oluşturulan sükunet planları bilinçli değilse, sorgulamaya değil, sıkıntıya itilirsiniz ve bu aynı şey değil.
Bu sessizlik güzellemesinin ardından gece boyunca geçmişe dair düşünceler aklıma gelmişti. Bunun filmde başladığını söylemiştim ama etkisi ertesi sabaha kadar sürmüştü, sanırım otelin balkonunda uzun uzun oturup etrafa baktığım bir gece geçirmiştim. Bunu hatırlıyorum da, ertesi sabah röportajda ne sorduğumu, Altın Portakal hengamesi içerisinde unutmuştum. Mete, gurbet ellerden Almanya'lardan internet gazetesinin mahzenlerinden bulup çıkarmasa, hatırlayacağım da yoktu. Neyse beynimin gerisine ittiğim soru ve cevap mail'da karşıma dikildi:
“Yumurta” meselesini biraz daha sözle ifade etmeye çalışan bir filmdi; “Süt”se cümleler arasındaki duraksamalar gibi. Sessizlik konusunda ne düşünüyorsunuz?
İki film de, kendi sessizliklerini olması gerektiği kadar yaratıyorlar. Günlük hayatlarımızda biz de çok konuşuyoruz belki ama gürültü çıkarıyoruz. Ancak konuşulması gereken şeyleri konuşmuyoruz. Konuşulması gereken şeylerin sessizliği içimizde büyüyor. Ama dışımızda sürekli konuşan, daha da çok konuşan insanlar haline geliyoruz. Benim derdim, o konuşulmayan şeylerin dünyası ve onların işgal ettiği önem ve genişlikle... Ben kameramı ve kendimi oraya doğru yöneltiyorum."
Pekala, ben kameramı olmasa da, kendimi şu anda oraya yönlendirmeyi diliyordum. Ama başladığım işin sonunu çok geveze bir filme gideceğim için şu anda getiremiyorum. Oysa Persona'dan bahsedecektim, yarına kaldı.
2 Ara 2008
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder